
Güneş, İsrail'in üzerine alışılmadık bir ağırlıkla çökmüştü sanki. Sokaklar, normalde hiç durmayan o koşuşturmacanın yerine, tüyler ürpertici bir sessizliği miras almıştı. İnsanlar, ekranlara kilitlenmiş, nefeslerini tutmuş bekliyordu. Çünkü bugün, rehinelerin kaderinin çizileceği gündü.
Kimisi 'Artık yeter!' diye haykırıyordu, kimisiyse kelimelerin kifayetsiz kaldığı o boşluğa hapsolmuştu. Ailelerin gözlerindeki o ifadeyi tarif etmek mümkün değil – bir karışım: umut kırıntıları, öfke patlamaları ve dipsiz bir çaresizlik.
Uluslararası Toplum Nerede?
BM'nin o meşhur salonlarındaki nutuklar havada asılı kalmıştı. Diplomatlar, belki de her zamankinden daha fazla, kağıtları karıştırıyor ama sonuç olarak hiçbir şey yapmıyorlardı. Sosyal medyada ise işler farklıydı tabii: #SaveThem etiketiyle yükselen bir insanlık çağrısı vardı.
Ortadoğu'nun bu kanayan yarasına neşter vurulacak mıydı, yoksa her zamanki gibi üstü mü örtülecekti? Cevap, şu an için havadaydı.
Ailelerin Çilesi
Rehine yakınlarından biri, mikrofonu titreyen elleriyle tutarken şunları söyledi: 'Biz sadece istatistik değiliz. Onlar sadece rakam değil. Burası bir trajedi değil, bir insanlık ayıbı.'
Psikologlar, bu tür durumlarda 'bekleme sürecinin' işkence kadar yıkıcı olduğunu söylüyorlar – ki haklılar da. Zaman, acıyla dans ederken, insanlar çaresizce bir mucizeye tutunuyor.
Peki ya sonra? Kriz çözülse bile (ki bu bile büyük bir 'eğer'), hayatlar asla eskisi gibi olmayacak. Yaralar sarılabilir belki, ama izler kalacak – tıpkı bölgenin kendisi gibi.