Adana'da düzenlenen o muazzam festivalde, işte orada gördüm ki Anadolu'nun ruhu hâlâ capcanlı. Sanki bütün bir coğrafya küçücük bir alana sığmış, kendini göstermeye gelmişti. Ve inanın, gelenler de bunun farkındaydı.
Festival alanındaki Anadolu pazarı bölümü -nasıl anlatsam- adeta bir cümbüş gibiydi. Bir yanda Tokat'ın cevizli sucuğunun o eşsiz aroması, diğer yanda Gaziantep'in baklavasının o çıtır çıtır sesi... İnsan hangisine yöneleceğini şaşırıyordu doğrusu.
El Emeği Göz Nurlarına Yoğun İlgi
Ah, şu el emeği ürünler olmasa... Gerçekten de festivalin belki de en çok dikkat çeken kısmı buydu. Yöresel kilimler, iğne oyaları, ahşap işçilikleri -neredeyse her biri bir sanat eseri kadar değerliydi. Ziyaretçilerin gözlerindeki o hayranlık pırıltısını görmeliydiniz.
Bir tezgah sahibiyle sohbet etme fırsatım oldu. "Bunlar," dedi, gözleri dolarak, "sadece satılık eşyalar değil. Anadolu'nun yüzyıllık hikayeleri." Haklıydı da. Her bir ürünün arkasında koskoca bir kültür vardı çünkü.
Lezzet Şöleni Tadında Festival
Yemek kısmına gelirsek... Vallahi insanın dili tutuluyor. Adana kebabından Urfa'nın acılı çiğ köftesine, Kayseri mantısından Mardin'in sembusek'ine kadar akla gelebilecek her türlü lezzet buradaydı. Kokular öyle bir karışıyordu ki, insanın iştahı bir anda katlanıyordu.
Özellikle gençlerin bu geleneksel tatları keşfedişini izlemek gerçekten umut vericiydi. Selfie çekerek, sosyal medyada paylaşarak aslında kültürümüzü yaşatıyorlardı farkında olmadan.
Festival organizatörlerinden biri şunları söyledi: "Amacımız sadece eğlence değil, aynı zamanda kültürel mirasımızı gelecek nesillere aktarmak." Ve görünen o ki bu amaçlarına fazlasıyla ulaşmışlardı.
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Adana'daki bu festival, sıradan bir etkinlik olmanın çok ötesine geçti. Anadolu'nun renklerini, seslerini ve tatlarını bir araya getiren adeta bir kültür şölenine dönüştü. Ve anlaşılan o ki, geleneksel değerlerimize olan ilgi hiç de azalmıyor, aksine giderek artıyor.