
Gelibolu Yarımadası, adeta bir tablo gibi… Tarihin derin izleriyle mavinin sonsuzluğu burada buluşuyor. Sanki zaman durmuş gibi. Bir yanda Çanakkale Destanı’nın yankıları, diğer yanda Ege’nin masmavi suları.
Kim derdi ki bu topraklar böylesine büyüleyici olabilir? Kumsallarıyla, koylarıyla, tarihiyle insanı kendine hayran bırakıyor. Özellikle şu sıralar, havaların ısınmasıyla birlikte ziyaretçi akınına uğruyor.
Mavinin Tonları Arasında Kaybolmak
Sabahın ilk ışıkları vurduğunda kıyı şeridi adeta ateş alıyor. Turkuazın binbir tonu… Kimi yerde cam gibi berrak, kimi yerde ise derin bir lacivert. Fotoğraf meraklıları için tam bir cennet!
Buraları gezerken insan ister istemez düşünüyor: Acaba kaç kişi bu manzaraları görebilmişti savaş sırasında? Tarihle doğanın bu iç içe geçmiş hali gerçekten etkileyici.
Tarihin Soluk Aldığı Köşeler
Conkbayırı’ndan bakınca ne görürsünüz biliyor musunuz? Önünüzde uçsuz bucaksız bir mavilik… Arkada ise bir milletin diriliş destanı. Şehitlikler, anıtlar – her biri ayrı bir hikaye anlatıyor.
Eceabat’ta bir çay içmeden, Kilitbahir Kalesi’ni görmeden dönmek olmaz. Hele bir de feribotla karşıya geçerseniz, boğazın ihtişamı karşısında nutkunuz tutulabilir. (Benim öyle oldu en azından!)
Doğa Yürüyüşleri ve Saklı Cennetler
“Burada daha keşfedilecek ne kaldı ki?” diye düşünmeyin. Gelibolu’nun pek bilinmeyen koyları var ki… Sessiz, sakin, tertemiz. Mesela Bigalı Koyu – adeta bir posta kartı gibi.
Yürüyüş parkurları ise ayrı bir güzellik. Doğayla baş başa kalmak, kuş sesleri eşliğinde tarihi solumak… Şehir gürültüsünden uzaklaşmak isteyenler için birebir.
Peki ya akşamları? Güneş batarken Gelibolu’da olmanın keyfi bambaşka. Ufuk çizgisinde kaybolan güneş, ardında turuncu, pembe ve morun dansını bırakıyor. İnsan “Keşke zaman dursa” diyesi geliyor.