Kimileri için sadece kelimelerden ibarettir şiir. Ama Ahmed Arif'in mısraları öyle mi? Hiç değil. Onun her dizesi, Doğu'nun sıcak topraklarından yükselen bir çığlık gibi gelir insanın yüreğine. Adeta bir yürek yangınının küllerinden doğmuştur her bir şiir.
Kaleminin İzinde: Bir Ustanın Sessiz Devrimi
Diyarbakır'ın o keskin güneşi altında pişmişti belki de kelimeleri. Öyle sıradan, öyle basit değildi hiçbiri. Her biri, sanki yıllarca düşünülmüş, yürekte mayalanmış, sonra kağıda dökülmüş gibiydi. Kimi zaman bir sevda türküsüydü, kimi zaman isyanın sesi.
Şu dizeleri düşünsenize: "Hasretinden prangalar eskittim." Kaç şair böyle bir mısra yazabilir ki? Sanki yılların acısı, özlemi, çilesi tek bir cümlede toplanmış.
Zamanın Ötesine Geçen Mısralar
Ahmed Arif'in şiirleri öyle gelip geçici değil işte. Yıllar geçiyor, ama o dizeler hâlâ taze. Hâlâ yüreklere dokunuyor. Belki de sırrı buydu: Gerçek duygularla yazmak. Yapmacıklıktan, süsten uzak durmak.
- "Seni, anlatabilmek seni." - Bu kadar basit, bu kadar derin. İnsan nasıl da içini çekiyor okurken.
- "Çok değil, üç yıl kadar." - Zamanın göreceliğini anlatan o ince dokunuş.
- "Yedi verdi otuz üçe." - Tarihin acı sayfalarından süzülüp gelen bir haykırış.
Ve o meşhur mısra: "Karanfil salkım salkım üstüme avcı." Sanki bütün bir coğrafyanın acısını taşıyor üstünde.
Günümüze Uzanan Bir Köprü
Şimdi düşünüyorum da, bugün hâlâ onun şiirlerini okuyan gençler var. Sosyal medyada paylaşılıyor dizeleri. Demek ki gerçek sanat, zamanın ötesine geçebiliyor. Belki de sırrı buydu: Samimiyet. Yapmacıklığa yer yoktu onun dünyasında.
Kim bilir, belki de en güzeli şu mısraydı: "Sen, benim canımın içindeki can." Öyle sıcak, öyle içten ki... İnsan okurken kendini kaybediyor.
Ahmed Arif işte böyle bir şair. Okudukça anlıyorsunuz. Her okuyuşta yeni bir şey buluyorsunuz. Tıpkı iyi bir dost gibi, hep yanınızda.